IT'S THE SOCIOLOGY, STUPID!

Amerikan siyasetinde insanların oy verme eğiliminde ekonominin belirleyici olduğuna dair eski Başkanlardan Bill Clinton'un danışmanlarından birine (James Carville) atfedilen meşhur bir söz vardır: It's the economy, stupid!

Bence son seçimlerin kazananı yok, ama üç kaybedeni var.

Seçimleri kazanan yok derken kişi olarak kazanan yok demek istedim.

Yanlış anlaşılmasın.

Yoksa kurum olarak tek bir kazananı var.

O da AKP Parti Örgütü.

Gerçekten de saat gibi işleyen, müthiş organize ve çalışkan bir örgüt.

Ülkenin tartışmasız uzak ara en iyi çalışan kurumu.

Bu kadar ağır ekonomik krize ve liderinin hasta ve bitkin görünümüne ve bariz biçimde motivasyon düşüklüğüne rağmen hiç çözülmeyip oy tabanını ikna edebilen ve işini gerçekten iyi yapan bir örgüt.

Rakibi CHP örgütünün organize olamayan, etkisiz ve içler acısı halini görünce AKP örgütünün başarısı çok daha fazla dikkat çekiyor.

Düşünün, seçim sandıklarının tümünde ıslak imzalı tutanakları bile elde edemeyen ve sandıkları kontrolden bu kadar uzak bir ana muhalefet parti örgütü gördük.

Barolar ve birçok sivil toplum kuruluşunun desteğine rağmen durum böyle ki, bu destek de olmasa ne olurdu kim bilir!

Erdoğan'ın Pirus Zaferi

Son seçimlerin görünürde kazananı Recep Tayyip Erdoğan gibi görünebilir.

Ama gerçekte öyle değil.

Bunun bir Pirus Zaferi olduğunun herkes farkında.

Yunan mitolojisinde savaşı kazanmasına rağmen tüm ordusunu ve her şeyini kaybetmiş Pirus'a atfen.

Zaten 20 yıldır tek başına iktidarda devletin tüm kurumlarını kendi kişisel emrinize almışsınız.

Devletin polisi de sizsiniz, valisi kaymakamı da sizsiniz, hakimi savcısı da sizsiniz, askeri de sizsiniz, televizyoncusu da sizsiniz, maliyecisi de sizsiniz.

1940'ların devlet partisi tek parti CHP'sinden bile daha fazla devletle bütünleşmişsiniz.

Üstelik maça, din ekseninde politika yaparak 2-0 ve şoven ve popülist milliyetçilik ekseninde politika yaparak 2-0 daha, toplam 4-0 önde başlıyorsunuz.

Mükerrer ve hayali seçmen kayıtları ile oy vermede ve oy sayımlarındaki usulsüzlük iddialarının onda biri bile gerçek olsa ve vatandaşlık verdiğiniz Orta Doğulu güruhtan da gelen garanti oylarla maça ayrıca yüzde 1-2 puan oy farkıyla başlıyorsunuz.

Buna rağmen, üstelik siyaseten karşınıza çıkabilecek en zayıf rakibe karşı bile ilk turda kazanamayıp ikinci turda kıl payı farkla kazanabiliyorsunuz.

Ben olsam buna zafer demezdim.

Kılıçdaroğlu: Hak eden aday mı, kazanacak aday mı?

Yine de tabii ki maçın en büyük kaybedeni Kemal Kılıçdaroğlu.

Kişiliğine, insan olarak kalitesine, niteliklerine ve çalışkanlığına diyecek hiçbir şey yok.

Gerçekten düzgün ve lekesiz bir insan.

Ama üstelik bunca yılın siyaset ve devlet tecrübesi ile "kazanacak aday" olmadığını baştan bilmesi gerekirdi.

"Kazanacak aday" ile "hak eden aday"ın aynı şey olmadığını ve ülkenin en acil ihtiyacının "kazanacak aday" olduğunu defalarca söyleyen bizleri dinlemesi gerekirdi.

İstanbul ve Ankara belediye seçimlerini kazanan taktik olan, kendisi arka planda teknik direktörlük yapıp, kazanacak adaylarla oynayıp maçı almak taktiğini bırakıp, kazanan takımı bozması çok kötü tercihti.

Yakın çevresinden kimler kendisini, "zaten bu ekonomik krizle kazanmama ihtimalimiz yok, insanlar zaten mecburen bize oy verecek, niye kazanmamız garanti iken zafer payesini başkası alsın?" diye gaza getirip egosunu şişirdiyse, hem kendisine hem de ülkenin geleceğine büyük zarar verdi.

Sağ, maça 5-0 önde başlar

Türkiye siyasetinde milliyetçi muhafazakâr ve uzun yıllardır devlet sistemini kontrolüne almış bir siyasi iktidara karşı Sol muhalefetin iktidara gelebilmesinin oy barajı seçimlerde yüzde 50+1 almak değildir.

Seçimlerde en az yüzde 55 seviyelerinde oy alabilmektir.

Yani en az 5 puan fark atabilmektir.

Çünkü devlet kurumlarını kontrolüne almış ve üstelik hem din hem de şoven milliyetçilik faktörünü kullanan bir sağ iktidar seçim maçına en az 5 puan önde başlar.

Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde seçim maçı sağ ile sol arasında 0-0 başlamaz.

Sağ hep 5-0 önde başlar!

O halde sağ iktidarı devirecek muhalefet adayının tek şansı, milliyetçi ve muhafazakar sağ seçmenden ciddi bir oy koparabilmektir.

Bunun da yolu, sağ seçmenden de oy alabilecek potansiyel bir "kazanacak aday" bulabilmektir.

Bu tarife uyan iki potansiyel adayın kimler olduğu zaten belli:

Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş.

It's the sociology, stupid!

Türkiye siyasetinden çıkarılacak ikinci önemli ders ise, toplumun oy verme eğiliminde sosyolojinin ekonomiden önce gelmesi.

Amerikan siyasetinde insanların oy verme eğiliminde ekonominin belirleyici olduğuna dair eski Başkanlardan Bill Clinton'un danışmanlarından birine (James Carville) atfedilen meşhur bir söz vardır:

It's the economy, stupid!

"Seçimlerde belirleyici olan ekonomidir" anlamında.

Ortaya çıkan o ki bizde böyle değil.

Bizde belirleyici olan sosyoloji.

Bölünme paranoyası, terörle ilişkilenmek korkusu, etnik ve mezhepsel faktörler, dinsel önyargılar, inanç bazlı çevresel baskılar…

Akşener'in kaçırdığı mutlak gol

Seçimlerin üçüncü kaybedeni ise Meral Akşener.

Siyasi tarihimiz herhalde siyaseten bu kadar haklıyken kendisini bu kadar haksız duruma düşüren başka bir siyasi figür görmedi!

Üstelik de siyasette tecrübeli biri.

Kazanacak doğru adayın Kılıçdaroğlu olmadığı teşhisini gayet isabetli biçimde yapmışken, bunun altyapısını hazırlayıp kazanacak iki adaydan birini kriz ihtimaline binaen önceden ikna etmemesi ve kriz çıkınca panik butonuna basarak iki potansiyel adayı da ateşe atmaya yeltenmesi eşine az rastlanır bir siyasi öngörüsüzlük örneğiydi.

Çıkışının sonradan iki kazanacak adayın "yan aktör" olarak denkleme girmesine yaraması sonucunu doğurması da yaşanan hayal kırıklığını gideremedi.

Bundan sonra ne olur?

Erdoğan'ın siyasi yaşamının son demlerini yaşadığının herkes farkında.

Tennessee Williams'ın dediği gibi.

Hayat, üçüncü perdesi hariç, aslında güzel bir oyundur!

Tek başına yürümekte bile zorlanan, hasta ve bitkin görünümü dikkat çekici.

Sağlık durumu el verse bile zaten Cumhurbaşkanlığında artık son döneminde.

Zorlama hukuksal yorumlarla bile tekrar aday olma ihtimali yok.

Parlamentoda seçime gidebilecek veya Anayasayı değiştirebilecek 3/5 çoğunluğu bulunmuyor.

Sağlık durumu el verirse, tek şansı, döneminin sonuna doğru muhalefetle anlaşıp tekrar parlamenter sisteme dönmek. Başkanlık sistemine son vermek.

Böylece tekrar Başbakan olarak yönetimde kalmak.

Tahminim iktidarını korumak için son çare olarak bunu deneyecektir.

Hatta 3-4 yıl sonra geçilecek parlamenter sistemde Kılıçdaroğlu'nun –nispeten sembolik- Cumhurbaşkanı, Erdoğan'ın Başbakan olacağı bir senaryoda anlaşılırsa şaşırmam!

Muhalefetin ise iktidara gelebilmek için tek şansı, sürprizler ve macera aramadan, iki potansiyel kazanacak adaydan birini ya da her ikisinin de vaziyet alacağı ortak bir formülü fazla vakit geçirmeden kararlı biçimde kamuoyuna deklare etmek.

Böylece toplumda bir alternatif iktidar algısı oluşturabilmek.

Zaten halkın gözünde bir sonraki dönemin potansiyel iktidar adayları oldukları ve Sağ cenahtan da oy alabilecekleri çok belli.

Önlerine konacak yapay hukuksal engeller bu konumlarını sadece güçlendirecektir.

Ali D. Ulusoy kimdir?

Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ali D. Ulusoy, 1968 yılı Mersin Mut doğumludur.

Öğretim üyeliği yanında EPDK Hukuk Dairesi Başkanlığı, BDDK Hukuk Danışmanlığı, Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu Üyeliği, TOBB-ETÜ Hukuk Fakültesi kurucu dekanlığı ve İzmir Yaşar Üniversitesi rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde bulunmuştur.

ABD Los Angeles California Üniversitesinde (UCLA) iki yıl (2006-2007; 2017-2018) misafir öğretim üyesi olarak kalmıştır. 2011-2014 arası üç yıl Danıştay Üyeliği yapmış ve kendi isteğiyle ayrılıp üniversiteye dönmüştür.

Uzmanlık alanları: İdare hukuku, İdari yargı, Ekonomik kamu hukuku, İdari yaptırımlar, İnsan hakları, Devlet-din ilişkileri.

Lisans: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Yüksek Lisans: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doktora: Fransa Bordeaux Üniversitesi. Doçentlik:2002, Profesörlük: 2008.

]]>

2023-05-30T21:06:58Z dg43tfdfdgfd